Ateş Ana ve Zaman
- Sıradan Bir Yazar....
- 23 Ara 2023
- 15 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Eyl 2024
ATEŞ ANA VE ZAMAN
“Savaş Ustalarından hikâyeler”
“Etraf temiz, en kötü 5 kilometre alanda herhangi bi’ sıkıntı yok. Ateşi harlayın azıcık dondum burada…”
Eda hızla ateşin yanına oturdu. Soğuğa hiç alışık olmayan birini Orta Asya bozkırlarına atayan koalisyona teşekkür ederiz. Bir avuç çalı çırpıyı daha ateşe atıp yere uzandım. Işık kirliliği olmadan ilk defa gökyüzüne bakıyordum.
“Bunca yıldır bu güzelliği cidden kaçırıyor muyduk? Vay anasını.”
“Kendi adına konuş. Şu an bir sahilde uzanmak için nelerimi vermezdim.”
“Biraz iyimser olamaz mısın? Alt tarafı nöbetteyiz.”
“Hıhı tabii. Gerçek olduğunu bile bilmediğimiz mitolojik bir makine için nöbet tutuyoruz.”
“Od han gerçek. Daha geçen hafta Murat tekrardan oraya atandı.”
“Ömer cidden hiç koalisyonu sorgulamıyor musun?”
“İlk görevimiz eski bir savaş robotunu tamir edip sorgulamaktı. Daha sonra 150 yılda bir beliren kara kurbağasıyla karşılaştık yine daha sonra kendini avukat sanan bir kaplumbağa ile tartıştık, kendine liberal diyen tavşanı saymıyorum bile. Artık neyi sorgulamam gerektiğini bilmiyorum o yüzden direkt inanmayı seçiyorum.”
Eda söylenmesine devam ederken hiç umursamadan çayımı içmeye devam ettim. Onu takmadığımı anlayınca kafama sağlam bir taş attı. Bende ona küçük bir taşla cevap verince sinirlenip çadırına gitti. Sinirlenince bazen tatlı oluyor.
“Evet hanımlar beyler, tuvalet çukurumuz tamam. Yüz metre batıda sağ tarafta kalan tepecik. Çay kaldı mı?”
“Gel gel yeni demlendi.”
Demliğe uzandığımda bir anda yok oldu. Serdar’a hızlı bir bakış atıp Eda’ya seslendim. Cevap yoktu. Serdar direkt silahına davrandı bende direkt olarak çadıra daldım. Eda olduğu yerde bembeyaz bir şekilde kıvrılmış titriyordu. Hemen bileklerini kontrol ettim.
“SERDAR İFRİTLER ALANDA MÜHÜRÜ KIR!”
Yakındaki battaniyeyi Eda’nın etrafına sardıktan sonra tüfeğimi alıp çadırların ve kampın mühürlerini kırmak için Serdar’a yardım ettim. Her mührü kırdığımda etrafa yayılan çığlıklar ateşi ve ekipmanlarımızı bozuyordu.
“Son mühür nerede? Son mühür nerede.”
“Ne bileyim ben Eda koymadı mı mühürleri?”
“En son sen dokunmadın mı?”
“Elimi bile sürmedim mühürlere. Ezoteri eğitiminden kalan tek askerim ben.”
“Belki Eda’nın üstündedir. Ateşi harlandır çabuk.”
“Birinin ifritleri tutması lazım.”
“Sadece on saniye bırakacaksın silahını hadi!”
Hışımla çadıra girip Eda’nın yeleğini söktüm. Yakasını hafif kaldırdığımda boynunda asılı mühürü koparıp ikiye ayırdım. Seslerin azalmasını bekledim ama nafile. Ateşe atmadan olmaz herhalde diye parçaları ateşe attım.
“Gittiler mi?”
“Çığlık sesi duyuyor musun?”
“Bu tarafta yok. Sanırım bitti.”
“Eda? O nasıl.”
“Sabaha düzelir. Bir şeyi yok.”,
Son mühürden sonra ateş bir anda harlanıp turuncudan yeşile döndü. Alevler ikimizin boyunu geçince geriledik. Hiçbir ifrit böyle bir etki bırakamaz bundan eminim. Alevler dahada yükselip sıcaklaşınca silahımın kabzası elimin üstüne eridi. Serdar’da tüfeğini ateşin içine atmıştı. Şarjördeki mermiler ısıdan dolayı patlayamadan erimişti. Son çare yangın tüpüne ulaşmaya çalışırken Eda’nın çadırın içinden zorla ateşleri uzaklaştırdığını gördük. “Od ana Od ana duy sesimi!” hızlıca ve sert bir şekilde tekrar ediyordu.
“Ne yapalım tekrar mı edelim?”
“Hayır tabikide git yangın tüpünü al.”
Hızlıca yangın tüpünü hazır hâle getirip alevlere sıktım. Serdar nerede kaldı?
“Yangın tüpünü alevlerin içine mi attın?”
“Belki hızlı söner?”
“İçinde basınç var onun gerizekalı!”
Basınçla dahada harlanan alevler üzerimize geliyordu. Eda’nın zorlandığını görüyordum. Hızlı düşün nasıl birini hızlıca ayağa kaldırırsın? Adrenalin tabii ya! Çantam erimeden ilk yardım setinden adrenalin iğnesini aldım. Erimemesi için iğneyi ellerimin arasında kambur hâlde Eda’ya götürdüm. Daha önce hiç yapmadım böyle bir şey. İğneyi hiç düşünmeden Eda’nın bacağına sapladım. Eda acıyla çığlık attığında alevler önce yükseldi daha sonra azalmaya başladı. Eda daha yüksek sesle duayı okuyor, alevleri kontrol altına alıyordu. Alevlerin gücü azalınca elimizdeki tek su kaynağını direkt olarak ateşin üstüne döktük. O da yetmeyince Serdar büyük bir kürekle hiç durmadan toprak atmaya başladı. Bende ateşin etrafındaki taşları tekmeleyerek ateşin üstüne düşürdüm. On beş dakikanın ardından bir “puf” sesiyle ateş söndü, elektriğimiz ve telsizlerimiz tekrardan çalışmaya başladı. Serdar’ın yanına gidip bir beşlik çaktım.
“Senin aklına gelen fikre sokayım. Yangına basınçlı tüp atmak nasıl bir mantık?”
“Lütfen soru sorma. O kadar zırhın içinde havale geçiriyorum şu an.”
“Bakayım sana. İyisin iyi biraz su iç kendine gelirsin.”
Serdar’ın zırhını çıkarıp başucuna koydum. Yüzüne biraz su serpip Eda’ya döndüm. Vücudunun yarısı çadırdan dışarı çıkmış bana doğru sinirli bir şekilde bakıyordu. Kalkıp yanına oturdum sırtüstü çevirip ateşine ve bileğindeki yaraya baktım.
“İğneyi çıkarmayı unuttun salak herif!”
“Of, üzgünüm. İyisin ateşin normal bilekteki kesikte o kadar derin değil. Ufak bir temizlik yapar ve sararım.”
“Hanginiz ifrit yuvasını kazdı?”
Cevabı gayet net biliyordum ama canımı sevdiğimden bilmiyorum şeklinde geçiştirdim. Eda söylenmeye devam ediyordu yine umursamadan yarasını temizledim ve sarmadan önce son kez hidrojen peroksitle temizledim. Tam çığlığı basacağı sırada Eda’nın ağzına bir bez sıkıştırdım o da karşılığını karnıma yumruk atarak verdi. Kambur bir hâlde bileğini sarıp bezi ağzından çıkardım.
“Sabaha sargını yeniler öyle devam ederiz.”
“Senden nefret edemiyorum Ömer.”
“Mesaj gayet açık merak etme.”
“Evet dostlar Turan alevleri görmüş. Telsizle ulaşamayınca da nöbet yerini terk etmiş. Dediğine göre biz alevle uğraşırken bazı ifritler ilerideki mağaraya girmişler. Bu hâlde hiçbirimiz bir şey yapamayız o yüzden sabaha bir fişek ateşleyip Koalisyondan yardım isteriz. Uygun mu?”
“Bütün telsizler mi eridi? Kısa dalga duruyor olması lazım.”
“Senin çadırda olması lazım Serdar baksana bir.”
Serdar çadırının içine girdiğinde Eda’yı sırtlayıp Tekrardan çadırına tulumunun üstüne yatırdım.
“Hareket etmemeye çalış herhangi bir ağrı başlarsa da haber ver. Direkt ağrı kesicilere gitme çünkü ağır olanlarını getirdim.”
“Serdar kazdı değil mi yuvayı?”
“Dedim ya kızım bilmiyorum. Yakında ki mağaraya girmişler yarın sabah gider bakarız belki Murat’ın olduğu mağaradır.”
Eda’nın alnına ıslak bir bez yerleştirip çadırdan çıktım. Serdar kısa dalgayı kurmuş çoktan diğer ekip üyeleriyle konuşuyordu. Aradan Murat’ın sesini de duyabiliyordum.
“Yarın sabah ifritlerin girdiği mağaraya gireriz. Turan’a ve Olcay’a söyleyin bizimle mağarada buluşsunlar. Kartal-1 çıkış yapıyor.”
Serdar frekansı değiştirip diğerlerine haber verirken ben çadırıma gidip yangından kurtulmuş olan eşyalarımı aradım. Çoğu kıyafetim ve bir iki tane ilkyardım çantası dışında başka hiçbir şey yanmamıştı. Serdar’dan ekstra bir tüfek isteyip tulumun kenarına sıkıştırdım. Tuvalet çukuruna bir ziyarette bulunayım en iyisi uyumadan önce.
“Ne taraftaydı çukur?”
“100 metre batı sonra sağda gördüğün ilk tepe.”
Eyvallah çekip rahatlamaya başladım. Çukuru biraz yokuş aşağı yaptığı için dengede durmak zor oluyor ama idare eder. Hayvanlar ya da Eda başıma üşüşmeden işi bitirip kampa döndüm. Serdar ateşi yeniden yakmış başında bir sigara tüttürüyordu.
“Bırakmadın mı lan sen? Nasıl koşturacaksın o kadar zırhın içinde.”
“Cevap basit koşturmayacağım. Düşmanı direkt olarak koşamaz hâle getireceğim.”
Verdiği cevap nedense bana hiç haz etmedi. Kendisi gayet eğleniyordu ama. İçimden bir ses bana yarın koşmamız gerektiğini söylüyordu. Serdar’ın çantasından diğer demliği çıkarıp yeni bir çay demlemeye bıraktım. Turan’ın geldiğini hiç fark etmemiştim bile. Serdarla yan yana oturmuş yine silah muhabbeti yapıyorlardı. Karşılarına oturup muhabbetlerini dinledim. Uykusuzluk bana yaramadığı için bardağı temizleyip direkt olarak yatışa geçtim. Sabaha çok “güvenli” helikopterimizin sesiyle uyandım. Olcay utanmasa kafama indirecekti helikopteri. Tüm takımdan gelen kahvaltı mırıldanmasının ardından Murat hariç tüm ekip ifritlerin girdiği mağaraya ilerledik. Öğlene doğru mağara girişindeydik.
“Şimdi bi’ kol böreği olacaktı böyle kıymalı…”
“Yanına iki litre sıcak çay böyle.”
“Turan lütfen sustur şunları dahada acıktırıyorlar beni.”
“Bu arada Murat nerede?”
“Murat bana havadayken haber verdi kendisi çoktan içeri girmiş. Mağara Od Han’ı bulduğumuz pazar alanına bağlanıyormuş. Sizin makinede oradaymış.”
Olcay’a eşyaları bırakıp hiç yardım etmeye yanaşmadan mağaraya girdik. Klostrofobimi takıma söylemek için çok mu geç kaldım? Tanrı bilir kaç saat sonra pazar girişine vardık. Murat’ı görebiliyorduk. İki sokak lambası arasına kurduğu hamakta yatıyordu. Elinde yine o militarist kitaplardan vardı. Bizi fark edince zorla hamaktan kalkıp doğruldu.
“Diğer takım nerede? Neden koalisyon siz çömezleri gönderdi.”
“MKG ile geziyorlar. Olcay’da dışarıda bizi bekliyor.”
Eda durumu ve dün akşam yaşadıklarımızı anlatıyordu ama ben arkada Serdar’a küçük bir taş kâğıt makas oyununa dalmıştım. Hani karanlığa baktığınızda birinin sizi izlediğinizi düşünürsünüz ya? Ya da bir anda vücudunuza bir titreme gelir… Üçüncü turun ortasında bunu hissettim işte. Ne olduğunu anlayamadan tavandan büyük bir şey hızla tam önümüze indi. Eda’yı önümden çekip ateş ettiğimde karşımda onu gördüm. Yavaşça elini kaldırıp silahımı yüzünden uzaklaştırdı. Ağzındaki kurşunu yere tükürdü.
“Ha evet Victor’da burada. Turan söylemiş olması lazım.”
Geçen çıkarttığımız eski robot değildi bu. Tamamen değişmiş simsiyah değişik bir şeydi. Artık bir yüzü vardı. Daha insansı bir yüzü vardı. Tabancamı yavaşça kılıfıma koyarken elini uzattı. Yanlış bir şey yapmadım değil mi?
“Olur böyle yanlış anlaşılmalar…Ömer. Takımın sıhhiyecisi sensin sanırım?”
“Yanlış anlaşılmasın tamamen refleks icabı daha önce olmamıştı böyle inanır mısın geçen…”
“Sakin, dediğim gibi olur böyle şeyler. Gayet düzgün birilerine benziyorlar Murat niye takıldın çömez olmalarına anlamadım.”
“Eski alışkanlık işte karışma orasına. Ömer adamın elini havada bırakmayacaksın umarım?”
İnsanın bir taraflarından alev çıkınca her şey unutuluyor işte. Hızlı bir selamlaşmanın ardından Victor bizi ara sokaklardan ana makineye Od Han’a götürdü. Yüksek çatılı bir odada havada asılı duran bir makine. Sanki bilim kurgulardan çıkma bir şeydi. Her mantıklı insanın yaptığı gibi dokunmak istediğimde Victor engelledi. İtiraz etmedim tabiikide.
“Dokunman gereken zamanı anlayacaksın merak etme.”
Sessizce mırıldanıp Serdar’ın yanına eşyaları çıkarmaya gittim. Victor makineden ayrılıp Turan’ın yanına giderken gördüm. Eda’da Murat’la birkaç mühür üstünde çalışıyordu.
“Neden gelmiştik buraya?”
“Valla bana denilene göre Od Han’ın neden yaratıldığını öğrenmeye.”
“İyide neden makinenin oradayız? Diğer alanları gezmemiz gerekmiyor mu?”
Serdar’a dik dik bakmaya başladım. Arada bir dalga geçmeyi bırakıp cidden mantıklı düşünebiliyordu. Lazer mikroskobu kurup masaları ve telsizi ayarladıktan sonra aynı soruyu Murat’a sordum. Önce itirazlar geldi tabii ama ikiside sonunda onay verince ikili takımlara ayrıldık. Tahmin edileceği gibi ben Victor’la aynı takımdaydım. Ana yönlere ayrıldık daha sonra Güney tarafının kapalı olduğunu öğrendiğimizde Turan geride kalmak istedi. Ana odadan ayrılıp daha küçük sokaklara girdik. Pazar alanından çok küçük evlerin ve marangozların olduğu bir sokaktı. Etrafı sadece tüfeğimin feneri aydınlatıyordu.
“Şimdilik sadece eski gardiyanlar var. Hedef alman gereken zırhları açıldığında ortaya çıkan kırmızı düğme. Birden fazla kez ateş edersen etkisiz kalacaklardır.”
Bu adamın sakinliği bana batmaya başladı artık. Ne silah aldı yanına ne de gardını hazırda tutuyor. Ellerini arkada bağlamış benim arkamdan geliyordu.
“Başka ne bulabiliriz peki?”
“En son bıraktığımda yolda mayınlar, ipli tuzaklar, taretler, daha fazla gardiyanlar vardı. Aman! Şurada 100-150 yıl öncesinden bahsediyoruz. Bir şey olmaz.”
“Eski hâline göre aşırı rahatsın. Seni karargâha getirdiğimiz günü hatırlıyorum. Şu anki hâline göre bayağı yitik bir hâldeydin.”
“Od Han’ın güzelliği işte. Bana yardımcı olacağını söyledi ve uyandığımda bum! Yeni vücut yeni yetenekler… Bana Od Han’a inandığını söylediler. Doğru mu?”
“Tavşanla uğraştıktan sonra direkt olarak her şeye inanıyorum artık. Od Han gibi geçmişi ve geleceği görebilen Göktürk yapımı bir Prometheus’u duyunca hiç yadırgamadım. Tavşan senin mi?”
“Sayılır, tabii evlat edinmeyi aidiyet olarak kabul ediyorsan.”
“Evlat mı edindin yoksa bir şeyler çevirdin mi?”
“Yalan söylemeyeceğim o ikiliyi alabilmek için biraz bir şeyler çevirmiş olabilirim. Bana bazen hayvanların insanlardan daha güvenilir olduklarını hatırlatıyorlar.”
Sokağın sonuna geldiğimizde hiçbir şey bulamadık. Cidden eve götürmelik bir şeyler arıyordum. Evlerden birine girdim. İçindeki eşyalar sanki yeni koyulmuş gibiydi. Ortalıkta herhangi bir mumya veya cesette yoktu.
“Evlerde şansımız döner mi?”
“Neden olmasın? Sen bu bloğu ara bende sol tarafa bakayım. Başının çaresine bakarsın değil mi?”
“Tabiikide bakabilirim. Koalisyonun en iyi askerlerinden biriyim.”
“Bana alsa o tür duyguları dışarı söylemezdim. Od Han yıllardır birilerini sınamadı sonuçta.”
“Ne?”
Arkamı döndüğümde yoktu. Sol bloktaki evlere baktığımda da yoktu. Her filmde olan o balıkçılar vardır ya iki felsefe yapar giderler. İşte o şekilde kayboldu gitti bir anda. Sağ bloğu aramaya devam ettim. Kırık kavanozlar, paslanmış yataklar yılların eskittiği her şey burada vardı. Bloğun sonundaki ev diğerlerine göre daha büyüktü. Ev bile değildi bir kütüphaneydi. Kitapların kapakları yıpranmış olsa bile kâğıtlardaki yazılar dün yazılmış gibi sağlamdı. Çantamı kapı girişine bırakıp kitaplardan birini aldım.
“Çark 101 ha?”
İlk başta standart bir makineyi anlatan bir kitap sanmıştım ama kitap HighStale zamanında kurulan Çark Sendikası’nı anlatıyordu. Sırtımı raflara yaslayıp okumaya başladım. Yazarın ismi silindiği için kendimi pek kitaba veremedim çantamın yanına atıp rafları incelemeye devam ettim. Çark kitabı dışında önemli bir kitap yoktu. Üst kattaki rafları incelerken bir uğultu yüzümü sıyırdı. Kitapların arasından baktığımda uğultu tekrardan sıyırdı. Rafı zorla geri çekip kulağımı duvara dayadım. Kısık bir ateş sesi ve karalamalar duydum. Yavaşça tabancamı çekip hazır pozisyona getirdim. Duvarı sessizce incelerken köşede kalan tahtanın hafif aralık olduğunu hissettim.
“Kalemi bırak! Yere yat hemen.”
İçeride ne ışık ne de karalama sesleri vardı. Karanlık odanın içinde Makineden gelen ışık hüzmelerinin doldurduğu bir kutuda oldukça büyük bir tablet vardı. Sol elimle tableti kaldırdım. Üstünde Göktürkçe bir şeyler karalıydı. Kaba saba bir şekilde çevirmeyi denedim ama kelimeler çok dağınık ve anlaşılmazdı. Tableti sırtlayıp alt kata çantamın yanına indim.
“Kimsin sen? Kaldır ellerini.”
“Sakin ol Ömer benim Victor. Kitabımı bulmuşsun onu okuyordum.”
“Böyle bir anda kaybolup belirme lütfen. Çok çabuk kaşınan bir tetik parmağım var.”
“Burası sana da tanıdık geldi mi?”
“Nasıl ya?”
“Kütüphanenin yerinin nasıl buldun?”
“Sağ bloğu taradıktan sonra karşıma çıkan ilk binaydı.”
“O anlamda değil, içeri girdiğinde fark ettiğim ilk şey çantanı girişte bırakmandı. Hiç incelemediğin bir binaya bu kadar güveniyor musun?”
“O açıdan evet aslında biraz tanıdık geldi.”
Victor kitabı okumaya devam etti. Daha sonra bir kalem oluşturup diğer sayfayı yazmaya başladı. Tabancayı kılıfına koyup tabletin üstünü temizledim.
“Ah sınamadan geçmişsin.”
“Bu kadar kolay mı?”
“Od Han’ın oluşturduğu bir anıyı bulmuşsun. Zor muydu yoksa kolay mı?”
“Bir süreden sonra katlar sanki sonsuzmuş gibi geldi ama boş ver deyip çıkmaya devam ettim. En sonunda da bu tableti buldum. Çevirebilir misin?”
“Yok, Göktürkçem artık iyice köreldi. Takımında bir cadı varsa o okuyabilir.”
Tableti çantama sıkıştırıp Victor ile birlikte tekrardan ana makineye geldik. Serdar, Murat makineye bizle birlikte geldiler.
“Yanlış hatırlamıyorsam eşyalar biz ayrılmadan önce sapasağlamdı, nasıl bir anda eski püskü şeylere döndüler.”
“Od Han çeşitli yollarla kişileri sınar. Eğer geçersen sana bir anı verir kalırsan seni bir döngünün içine bırakır. Bu sınama felsefi ya da hayatın amacı gibi antin kuntin şeyler değil daha çok içindeki hayatta kalma isteği ve savaş ya da kaç iç güdünü denemek için yapar. Sen dahada ilerlemeyi seçerek aslında savaştığını gösterdin, çantanı geride bırakarakta hayatta kalma şansını düşürdüğün için o sonsuz gözüken döngüde kaldın.”
Serdar ve Murat mikroskobun orada konuşmaya dalmışlardı Turan da bir çatıya çıkmış etrafı gözlüyordu. Kendime ufak bir revir ayarlamak için bir köşe seçtim. Köşeden köşeye bir branda, battaniye, yoldan aldığım bir kayanın üstüne dizdiğim sıhhiye çantaları… Saatler geçmiş olması lazım Eda neden ortalıkta yok? Revirden çıkıp Turan’ı buldum.
“Edayı gördün mü?”
“En son herkes dağılırken gördüm o zamandan beri batı yönünden dönmedi.”
“Yanında biri var mıydı?”
“Yok tek başına gitti.”
“AFERİN A…”
Düşüncelerim tek düze ilerlemeye başladı. Silahı al, çantayı al, gece görüşü çalıştır… Batı tarafına giderken Murat beni durdurdu.
“Nereye aslan?”
“Eda saatlerdir yok. Birinin onu bulması lazım.”
Murat duraksadı sanki bir şeyler hatırlamaya çalışıyordu. Vakit yok yola devam. Atışa hazır pozisyona geçip hızla batı yakasına girdim. Bizim taraftan farkı yoktu küçük evler ve dükkanlar. Onun dışında garip bir mekanik ses vardı. Metal bir tekerin yuvarlanması gibi. Detaylar beynimin bir ucundan geçip kulağımdan dışarı çıkıyordu o akıntıyı hissedebiliyordum. Silah sesleri gelince dondum. Atış ve mekanik sesler yükseliyordu ama ben hareket edemiyordum. Bir şey tarafından tutulup bir tarafa fırlatıldığımda kendime geldim. Eda eliyle sus işareti yapıyor bir yandan da ağzımı kapalı tutuyordu. Atış sesleri kesilmiş mekanik sesleri dibimize kadar gelmişti. Kafamı hafifçe yukarı kaldırdığımda Victor’ın bahsettiği gardiyanları gördüm. Uzun ve ince metal iskeletler ve uzuvlarındaki kalın kalkanlar. Kafasının üstünde parlayan bir nokta, Victor’ın bahsettiği düğme olmalı. Bir süre sonra yanımızdan gittiler. Eda elini ağzımdan çektiğinde düzgün bir nefes alabildim sonunda.
“Sese duyarlılar, kurşun geçirmiyorlar mermileri bitmiyor ve…”
Eda karnını tutuyordu, zor nefes alıyor üstüne elleri titriyordu. Vurulmuştu.
“Gel şöyle. Dükkâna girelim.”
Onu kaldırıp tezgâhın arkasından dükkâna girdik. Bir iki masayı tek elle birleştirip derme çatma bir sedye yaptım.
“Sakin ol derin nefes almayı dene. Vurulmuşsun, kurşunu çıkarıp ufak bir dağlama yapacağım. Bağırmaman gerek.”
Eda acıyla inleyince dahada tedirginleşip çantadaki bezle ağzını kapadım. Yeleği ve kıyafetini çıkarıp yarayı inceledim düzeltiyorum yaraları. 3 büyük kurşun yarası, çok şükür delip geçmiş.
“İyi kurşunla uğraşmamıza gerek yok. Şimdi bezi alıyorum yerine alkol veriyorum sende bağırmıyorsun.”
Bez yerine ağzına votka verdim. Cımbız ve makasla yaranın içini inceledim. Sadece kaslara zarar verilmiş atardamarlar stabil. Koalisyonun bu tür durumlar için hazırladığı küçük bir karışım var. Çantadaki birkaç ilacı bileğimle ezip üstüne biraz saf su döktükten sonra hızla yaralara döktüm. Birkaç saniye içinde ilaç etkisini gösterip yaraları köpükle doldurdu. Eda’nın elinden votkayı alıp hızlı bir yudum aldıktan sonra yaralara döktüm ve dikmeye başladım. Son yarayı dikerken teker sesleri tekrardan duyulmaya başladı. Bizim dükkâna doğru geliyorlardı.
“Makineler mi onlar?”
“Yok yok sadece Victor fazlalıkları çıkarıyor ardından. Sen içmeye ve dua etmeye devam et.”
Elimi titretmeden ve acele etmeden acele edip ipi iğneye geçirdim. Önce hızlı bir vızıldamanın ardından bir sıcaklık hissettim. Düşüncelerim tekrar tekdüze indi, iğne tamam, yara temiz, nefes al nefes ver, nefes al? Acı bedenime işleyince durumu anladım. Sırtımın sol altından vurulmuştum. Makineler dükkâna rastgele ateş açıyordu. Kendimi Eda’nın üstüne siper edip yarayı kapatmaya başladım. Bir, iki, üç, dört bilincim kapanmamalıydı.
“Ellerin çalışıyor Eda uzak tut şunları.”
“Nasıl? Kurşun geçirmezler.”
“Kırmızı düğ... Kırmızı düğme. Oraya ateş et.”
Tabancamın kılıfımdan çıktığını hissettiğimde bir acı dalgası daha vücudumu vurdu. Tekrar baştan saymaya başladım. İki üç dört beş… Son yarayı diktiğimde kendimi yere attım. Nefes al, nefes ver, nefes al… Sesler boğulmaya başladı. Eda bir masayı siper edinmiş çakırkeyif kafasıyla ve tek eliyle zorla ateş ediyordu. Çantaya uzanıp ona bir adrenalin daha fırlattım. Ben öyle düşündüm en azından. Adrenalin daha havaya kaldıramadan elimden kayıp makinelerin olduğu tarafa yuvarlandı.
“Hay şansımı…”
“Sakın çıkmaya çalışma!”
Nefes al, ayağa kalk, koş! Kendimi ileri fırlatıp adrenalini yakaladım ve Eda’ya fırlattım dahada yerden kalkamadım. Makineler duvarı yıkıp içeri girdiler. Yerde öylece yatıyordum. Makinelere doğru döndüm. Palaskama bağlı el bombasına uzandım. Sesler tekrardan boğulmaya başladı. Atış seslerinin yanında birinin hayır diye bağırdığını duyuyordum. Atış sesleri bir anlığına kesildi görüşüm bulanıklaştı. Yaramı tutmayı bırakıp diğer elimle pimi tuttum.
“Kılıcımızın uzandığı herkesi.”
Pimi çekip bombayı bıraktığımda yere değmeden kayboldu gitti. Gözlerimi kapadım. Mekanik ve silah sesleri çoğalmıştı. Üzerime ağır bir şeyler düşüyordu. Nefes al, nefes ver. Gözlerimi tekrar açtığımda yıkılan duvarın orada Victor’ı gördüm. Ahtapot kollarıyla iki gardiyanı parçalıyordu. Teker teker önce kollarını sonrada kafalarını söküyordu. Son gardiyanıda parçalayınca bana döndü.
“Eda çantasını getir, adrenalini al. Tam şuraya dikkatlice. Kurşun hâlâ içinde. Alkolü getir.”
Eda çantayı başucuma bıraktı. Nefes al. Victor ahtapot kollarından birini yaranın içine soktu. Bir acı veya ağrı hissetmiyordum. Nefes ver. Eda yaranın üstüne durmadan alkol döküyor yaranın etrafında bir karıncalanma hissi yaratıyordu. Bir şeyler mırıldanıyordu ama anlamıyordum. Nefes al, Victor kurşunu yaradan çıkartmayı başarmıştı. Diğer kollardan birinin ucunu yaktı. Yarayı yakmadan önce çantamı inceledi.
“Karışım form…formülü. Ön cepte.”
Gözlerimi kapadım. Nefes ver. Karıncalanma hissi şimdi belden aşağıdaydı. Hışırdamalar ve alevin sesi hâlâ duyuluyordu. Gevşemeye başlıyordum. Tutunmayı denedim.
“Sadece iki saniyeliğine canın yanacak Ömer. Sadece iki.”
Bir, iki, üç, DÖRT! Gözlerimi bir anda açtım, Victor yarayı dağlıyordu. Yarayı mı dağlıyordu yoksa metal mi kaynaklıyordu. Gevşeme bir anda üzerimden gitti karıncalanmada öyle! Victor’un kolunu tutup sıkmaya başladım.
“Tamam tamam bitti, bitti işte. Al dik kafaya. Onunla ilgilen. Gardiyanlardan bir sedye yapacağım.”
Eda elimi Victor’dan çekip kendi tutmaya başladı. Hâlâ anlayamadığım bir dua ediyordu. Duayı ederken diğer eliyle Victor’ın “kaynattığı” yarayı sıvazlıyordu. Kısa sürede inşa edilen sedyeyi fark ettim. Victor Eda’yı uzaklaştırdı, ahtapot kollarıyla beni kaldırıp sedyeye yükledi. Eşyalarımı da aynı şekilde sedyenin bir tarafına taktı.
“Duana devam et, arkamda kal ve lütfen ses çıkarma.”
Görüşüm ve duymam düzeliyordu. Eda aynı anda hem Erlik Han’a hemde Ülgen’e dua ediyordu. Yaramın üzerindeki elinde yeşil ve turuncu kökler oluşmuş parmaklarından çıkıp yaranın etrafında birleşiyordu. Sanki tüm olay altı saniyeden fazla sürmüştü.
“Bombaya ne oldu?”
Sorumun hemen ardından gelen patlama sesi sorumun cevabını vermişti.
“Bu oldu.”
Az önce içinde olduğumuz dükkânın arkasından yükselen toz bulutunu fark ettim. Birkaç dakika sonra Makinenin oraya varmıştık. Victor millete emirler yağdırıyordu. Mikroskobun toplanmasını, Olcay’ a haber verilmesini ve Serdar’ın sedyenin bir ucundan tutmasını istiyordu. Sedyeyi Serdar ve Murat tutuyordu. Hızlı bir şekilde mağarayı terk ediyorduk. Işıklar gitti geldi. Geldiğinde çoktan helikopterin içindeydik. Sarsıntılı bir şekilde havalandık.
“Victor neyle vuruldum ben?”
“Gardiyanlar özel bir çeşit mermi taşır, makineyi cadılardan koruması için kullanırlar. Eda’da etki etmedi ama sende ağır zehirleyici ve delici etki bıraktı. Kurşun organlara fazla zarar vermemiş ama zehir hâlâ vücudunda.”
“Aman ne iyi. Kaç saatim var?”
“Son on dakika. Eda, bozucu bir dua biliyor musun?”
Eda şok hâlinde kafasını hayır anlamında salladı. Tablet yazıyor olabilir mi?
“Victor tablet. Tableti göster ona.”
Victor hızla tableti çantadan çıkarıp Eda’ya gösterdi. Eda ciddi bir şekilde tableti okuyordu. Helikoptere bir anda vuran türbülans tableti yere düşüp kırılmasına sebep oldu.
“Şaka yapıyorsunuz değil mi?”
“Pekâlâ doğaçlama gideceğiz. Olcay! Ne zaman üsse varırız?”
“Son yarım saat. Mobil olana gidiyoruz.”
“Yerlerinize oturun, kemerleri bağlayın, oksijen maskelerinide takın helikopterin kargo kapısını söküp derme çatma bir diyaliz yapmayı deneyeceğim.”
“Ne?”
Eda sarsılarak başucuma oturup maskeyi yüzüme yerleştirdi. Victor tabletin parçalarını bir poşete doldurup ahtapot kollarıyla kapıyı sökmeye başladı. İçeri giren rüzgâr yüzümü yırtıyordu. Elimle gözlerimi kapattığım sırada Eda elimi kavrayıp yüzümden uzaklaştırdı. Tekrardan yüzümü Victor’a çevirdiğimde diyalizi hazırlamıştı. Elinde iki tane büyük hortum vardı. Victor kaskını açıp bana döndü.
“Çok az acıyacak.”
İki hortumu birden kurşun yaralarına sapladı. Hortumların içinden akan kanımı görebiliyordum. Normalden daha yeşildi. Acı hissiyatı sonradan vurdu. Maskenin içinde çığlığım boğuktu.
“Bunun bizi yarım saat kadar tutması lazım. Eda monitöre iyi bak ben hızımızı arttırmayı deneyeceğim.”
Kafamı geriye atıp hızlı hızlı nefes almaya başladım. Ağrı gittikçe azaldı sonra tamamen gitti. Elimi hortumlara götürdüğümde yaralardan kan geldiğini fark ettim. Birkaç damla kandan bir şey olmaz herhalde. On dakika kadar tavana baktım, büyük bir tok sesiyle helikopterin yavaşladığını duydum. Eda’nın yardımıyla doğrulup dışarı baktım. Orion’un paramediklerini görünce içim rahatladı. Victor beni diyaliz makinesinden söküp paramediklere verdi.
“Çok kısa sürmedi mi yol?”
Eda’nın cevabı beni biraz korkuttu.
“Yarım saat önce bayıldın. Şimdi yeni uyandın. Merak etme diyaliz işe yaradı. Şimdi yaralarını yeniden dikip cadılarla lanetini bozacağız. Kapat gözlerini şimdilik.”
Biraz değil bayağı korkutucuydu. Sadece cadılarla birlikte olmak bile çoğu kişi için korkutucu geliyordu. Kafamı sedyeden kaldırıp Victor’a baktım. Kendisini helikopterin pervanelerine kaynaklamıştı. Parlak bir ışığın ardından helikopterin üstünden indi ve dizlerinin üstüne çöktü. Murat yardım için el uzattığında onu kolundan kavrayıp zorla ayağa kalktı. Daha devamını göremeden cadılardan biri kafamı geri sedyeye yatırıp gözlerimi kapattı. Gözlerimi tekrar açtığımda bir hastane odasındaydım. Eda ve Victor odadaydı. Eda’nın uyuduğunu görebiliyordum. Uyandığımı fark eden Victor yanımdaki koltuğa oturdu.
“Aramıza hoş geldin. Laneti kaldırma sırasında iki kez kalbin durdu.”
“Dalga geçiyorsun değil mi?”
“EKG raporun tersini söylüyor. Ama iyileştin tamamen. Eda iyi merak etme. İlkyardımın onu kurtardı.”
“Bir can daha kurtuldu. Refakatçim olduğun için sağ ol.”
“Ah hayır ben değilim Eda refakatçin. Koalisyon benim burada olduğumu bile bilmiyor. Orada makinelerin önüne atarak büyük bir fedakârlık yaptın. Odhan bunu karşılıksız bırakmayacaktır. Soran olursa beni görmedin.”
Victor kaskını kapatıp bir anda havalandırmadan gitti. Kafamı yastığa koyup uyumayı denediğimde fazla zorlanmadım. Odhan karşılıksız bırakmayacak. Gözümü açtığımda yine hastane odasındaydım ama Eda yoktu. Üstümdeki çoğu hortum sökülmüş sadece serumum kalmıştı. Yataktan zorla kalkıp koridora çıktım.
“Eda! Hemşire. Biri var mı?”
Ses yoktu koridorun karşısında bir odanın altından ışık süzülüyordu. Sendeleyerek kapıya gidip açtım. Odanın içi bir çayıra açılıyordu.
“Tamam rüyadayım. Ama neden bilincim yerinde?”
Odaya girip çayırda biraz ilerledim. Büyük bir çam ağacının altında iki kişi oturmuş bana bakıyorlardı. Yanlarına gidip oturdum.
“Tahmin edeyim Odhan?”
“Yaklaştın. Odhan bize bugünkü fedakârlığından bahsetti. Yani bize.”
“O zaman siz…?”
“Od Ana ve Öd Ögöd.”
“Ateş ana ve Zaman, demek doğruymuş.”
“Bunu al, sizinkilere yardımı dokunacaktır.”
Önlüğün cebine bir kâğıt sıkıştırdı daha sonrada ikisi ayağa kalktılar.
“Bize müsaade artık.”
“Bir iki muhabbet etseydik.”
“Başka zamanlara.”
Zaman ve mekân bir anda lastik gibi uzayıp beni rüyamdan uyandırdı. Anlık nefes almam Eda’yı uyandırdı.
“Tamam, tamam geçti. Buradayız.”
Oksijen maskesinden büyük ve uzun bir nefes alıp rahatladım.
“Ben gidip senin yerine imzanı atayım taburcu olman için.”
Eda omzumu hafifçe sıkıp odadan ayrıldı. Loş ışıklı odada düşüncelerimle baş başa kaldım. Günü düşündüm, yaptıklarımı. İki buçuk aydır o bozkırda bekledik ve sonucunda üç kez vurulmak biraz koysada yaşadığım anılar yaşadığım en iyi aylardı. Yarım saat sonra Eda elinde tekerlekli sandalyeyle gelip beni odadan çıkarttı. Koridorlarda ilerlerken rüyamda gördüğüm kâğıt aklıma geldi. Elimi sol cebime attığımda kağıt oradaydı.
Comments